15 Kasım 2008 Cumartesi

martı

bir martı gibi yaşamak gerek.gökyüzünde,beyaz kanatlarını açarak süzülmek-kıyıdan fazla uzaklaşmadan.-ki janathan buna istisnadır.o da sonsuzluğa kanat çırpmıştır;bütün ihtişamı ve vakarıyla.-farklı uçabilmek...kim istememiştir ki bunu?ben de janathan olduğumu düşünür ve farklı uçacağım,sizlerin çıkamayacağımız kadar yükseklere çıkacağım diyerek dolaşır,diğer mahlukat-ı beşere tepeden bakardım.ama bana kimse demedi ki,o kadar yükseğe çıkarsan senin aerodinamik yapın buna müsade etmez,kırılır kolun kanadın,lap diye yere yapışırsın.kendi tanı önce.antreman felan yap,ne bilim bir hcaya git,okun vs...hoş deselerde farketmezdi ya.sonuçta ben bütün bunlara bir noktada hazırdım.kolumun-kanadımın kırılmasına,aerodimik v. fizik kurulları ve fıtratımın buna uygun olmamasına.biliyordum bir martı olarak kartal gibi semanın tepelerine ulaşamayacağımı...ama o büyük güneş ülkesi vardı ya,hani bir noktadan sonra sadece cesur martıların ulaşabileceği.başkalarının ne dediğini umursamayacak ve güneş ülkesine gitmek için çalışacaktım.benden önce bunu denemiş ve güneş ülkesine ulaşmış martılarla aynı masada şarap içip ekmek yiyecektim...

şimdi-ben mi başarısız oldum,yoksa güneş ülkesi mi yok?hayal kırıklıklarımımın toplamını mı yaşayacağım ya da hayal kırıklığına uğratıldığımı düşünüp,suçu başkalarına atarak mı avunacağım?hani çok istersen olurdu herşey?umudu hiç yitirmemek lazımdı...kırık kanatla ölümü beklemek,uçamayacağımı bilmekten kolay.artık gökyüzünde süzülerek denizlerin üzerinde balık aramak yok.dalgalarla sevişmek yok.rüzgarın dinginliğinde avaz avaz bağırarak özgürlüğe doğru yol almak yok.bir kayalıkta ölümümü bekliyorum.bu kadar...güneş ülkesi diye avuttuğum ruhumun ıstıraplarıyla baş başa.farklı uçacağım diye uçamaz olmanın hicranıyla geçen günlerime göz yaşları arasından bakacağım.oysa ne çok isterdim,çıktığım yükseklikten tutunamayıp yere düşerken ölmeyi.gökten ölü bir martı olarak düşmeyi.belki yaram iyileşir-istersem.ama yeni başlangıçlara gücüm kaldı mı ki?

yaşamın neresinden dönülse kardır.artık bir tutunamayan olarak,yapabileceğim en erdemli davranış bu.

6 Kasım 2008 Perşembe

terk edilme üzerine

dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyorum;çıkmaz sokaklar...intihar dürtüsü-yalnızlık manifstosu...hayat ne menem birşeymiş ki,hala anlamaya çalışarak ve anlamamanın verdiği acıyı anlamdırmaya çalışarak sürüklemekteyim bu bedeni.geçtiğim yollara bakıyorum bu aralar,sık sık.nerden nereye gelmişim.geçen gün birisi,"sen olgunlaştın.buraya ilk geldiğinde daha çocuktun."dedi.al sana bir iç hesaplaşma sebebi.ben hiç büyüdüğümü düşünmezken,büyümemeye çalışırken-nerden çıktı şimdi bu...eğer büyüseydim,yeni başlangıçlara korkarmıydım.çoktan terki diyar eylerdim bu toprakları.ama ciğerci önünde bekleyen kedi gibi,bir kırıntı bekliyorum burada-eski aşklarımdan.olur da bir gün dönerler diye.olgunlaşmakta nasıl birşey-ayrı konu.ben kabak mıyım a canım?hayatı biraz daha tevekkülle karşılıyorsam,daha az konuşmaya çalışıyorsam-ki başardığımı düşünmüyorum-,daha az gülüyorsam;bu ne büyümektir ne de olgunlaşmak.sadece,yılgınlıktır-koca bir yılgınlık.hayat yormuş demek ki beni,sessizleştirmiş,maltorozlaştırmış...

yalnız kalmayı sevmiyorum artık.geçmiş daha çok hatırlatıyor kendini.yenilgilerim,yılgınlıklarım,kalbimin kırıkları...oysa ben böyle bir hayat tasarlamamıştım ki-şimdi niye böyle bir hayat yaşıyorum.öldüm ve yeniden doğdum-isa'ya inat-.ne kadar çok rol yüklenmişim.sadık bir oğul,iyi bir kardeş,hatır şinas bir arkadaş,boş bir öğretmen,anlayışlı bir dost,olgun bir birey(?)!!!,terk edilmiş bir sevgili...ben hangisiyim?neden bütün rolleri sırası ile oynamak zorundayım?sık sık karıştırıyorum artık rollerimi.statü desen-yerin de yeller eseli yıllar oluyor.bir mart günü kaybettim herşeyimi...gün/eş gönlüme...

31 Ekim 2008 Cuma

yasaklar

nedir bu yasaklardan çektiğimiz diye bir giriş yapmak, yanlış bir giriş olur bu yazıya-zira biz bilmediklerimizden korkan bir milletiz.bakınız;tanrı korkusu,polis korkusu,asker korkusu,devlet korkusu...liste uzar gider-ve trajı komik olarak buna internet korkusu da eklenmiş durumda.

adam evine internet bağlatmaktan korkar.savunma olarakta "çocukların var.ya uygunsuz sitelere girerse?" der.çocuklarını alıp doğruyu-yanlışı konuşayım demez.sanki o çocuk marsta yaşıyodur ve olup bitenden habersizdir.istedikten sonra başka şartlarla da aynı siteleri ziyaret etmesi içten bile değildir.sonra,aile şifresi denilen şeyi duymamıştır ama kaka siteleri duymuştur nedense...yine bunlara münferit vakaa der geçersin de;şu site yasaklama,yayın durdurma cezalarına ne demeli.yasaklamak çözüm mü?youtube yasaklandı da ne oldu.birçok sayfadan yine giriliyor.blog sitelerini yasakladılar-hoş yasak kalmış durumda ya,bu da ayrı çelişki.tükürdüğünü yalama denir buna.adamın biri kanuna aykırı davranmışsa benim suçum ne?dedemin işlediği cinayetin cezasını benim çekmem gibi saçma sapan bir iş.hoş burada -eğer varsa- suçu işleyeni tanımam da.benim sayfamın suçu ne?neresinden tutsanız elinizde kalıyor.ama bu durumu yadırgamıyorum.dedim ya;insan,korkuğu şeylerden kaçar.ve kaçtıkça,o görmediği için,tüm sorunlar çözümlenmiş gibi olur.

blog yasağı konusunda bulunan mazerette çok ilginç gelmişti bana.efendim,telekomun alt yapısı buna uygun değilmiş.yasaklı sayfayı ya da youtube olduğu gibi klibi yayından kaldıramıyormuş da topyekün çözüm buluyormuş.bu ne saçmalık böyle.satmadınız mı telekomu adamlara,üç otuz paraya.bunun için miydi?bize alt yapı hizmeti sunmak,onlar için telefon faturalarına her ay düzenli olarak yapılan zam mı demek?siz,devlet kuruluşu olan telekomu satarken yaptığınız anlaşma ne biçim bir anlaşma...sövesim geliyor.zaten faşist bir devlet burası.bırakın bari elimizde kalan tek özgürlüğümüzü-istediğimiz gibi kullanalımkormayım canım-85 yıldır olduğu gibi durur devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü!!!

21 Ekim 2008 Salı

gece yarısına doğru eski güncem üstüne

saat 1:30.teorik olarak yeni bir güne girmiş bulunyoruz.ben sabah olmadan yeni bir güne giremeyenlerdenim.bu gece,bu günün gecesimi,yoksa -teorik olarak- dünün gecesi mi?bu günün gecesiyse eğer,bir gün az yaşamış olacağım,zira ben akşam üstü doğmuşum.hoş,gecenin hangi güne ait olduğunun da bir önemi yok artık.sabah olunca alışkanlıklara koşacağım.dört bir yanım rutin işler ve salak salak ortada dolanan kişilerle dolu olacak.herşeyi bırakıp balıkçı olasım geliyor.sonra, denizleri de kuruttuk,balık bırakmadık,aç kalırım diyorum.15 yıl öncesine kadar karadenizde 26 çeşit balık varken,bu sayı günümüzde 6 çeşit balığa kadar düştü.yine karadenizde 30 yıl önce denizin 60-65 kulaç dibi görünürken bugün sadece 10-12 kulaca kadar düştü.ne mutlu bize!başarımızla ne kadar övünsek azdır.matrixte,ajan smitin dediği kadar varız."girdiğimiz her ortamı kurutan virüsler..."kirletmeyi,bu kadar hızlı kirletmeyi nasıl başarıyoruz?-bu kadar didaktik bir giriş olmasını istemezdim,insanoğlu denen mahlukatın kuşaklar boyu bana akatardığı genler sorumlu...-

pazar günü,eski günlüğümün cenaze töreninde gayet mutluydum.handiyse zil takıp oynayacaktım.bir ölünün arkasından bu kadar mı sevinilir?köyün zalim ağasından kurtulan yarı aç,yarı tok biçare köylüler gibiydim.yanımda bulunan eleman,"sarhoş oldun,delirdin" vs. dediyse de pek aldırmadım.doğru biraz şarap ve tatlı rüzgar yordu beni ama mutluydum ya...her güzel rüya,uyanınca bitmez mi?uyanma vakti gelmişti,ayrı dünyanın insanlarıydık.o sayfalarda ismi geçen aşklar artık yok.tekrar tekrar okuyup iç çekmenin,yaşanmış güzel günleri ve kalbimi kanatan acıları anmanın manası yok.yaşadıkça,beni gıdıklayacaktı;ve sayfalarını karıştırmak zorunda kalacaktım.gözden uzak bir yere koysamda,o hep gözümün önünde olacaktı.kişisel tarihimden karneme yansıyan kırık notlarla övünmenin,ruhsal sağlığım açısından bir getirisi olmasa gerek."vay be!ne salakmışım.kimler için sevinmiş,kimler için üzülmüşüm.ne güzel mavi düşler kurmuş,karalara bürünmüşüm."bunları demek için salak bir deftere ihtiyacım yok.hepsi -ne kadar ket vurmaya çalışsam da-zihnimin kıvrımlarında dolanıyor.kolay değildi-doğru.son üç yılımın bilonçosu yatıyordu o sayfalarda.-ki;"o" işaret sıfatını kulanıyorum eski güncem için.artık bir yabancı-bir ölünün anısına biraz saygı göster mahir--muhasebeciler,müşterilerinin kayıtlarını göstermez.benim göstercek bir şeyimde yoktu ki,borç senetlerinden başka...hepsi gitti,ben kaldım.

yeni deftere başladım.eski defteri yakma kararı aldığım zamandan bu yana 5 ay geçti.ee!zor tabii ayrılmak.yazmak istediğim zaman içim karıncalanmaya başlıyordu.uyku tutmuyor,yerimde duramaz oluyordum.ama yazmayacaktım artık o deftere.ve zorda olsa o defterden ayrılacaktım,hatta yakıp kurtulacaktım.bir fahişenin hamama gidip yıkanması ve hidayete ermesi gibi,herşeye bir sünger çekmem lazımdı.gemileri yakma zamanı gelmişti.artık,bir fahişe değildim.zaten olamazdım da,yaşlandım-kim beni alır ki koynuna?-.tanrıya kavuşma vakti de yaklaşmakta.zorda olsa bitti.yeni başlangıçlar için biriktirdiklerim ve henüz çiziktirilmemiş sayfalarım var.-ara vermek biraz nadanlaştırmış beni ama olsun.eski pratikliğime kavuşurum elbet.-

eski günceden kurtulunca,dünya daha bir parlak geldi.güneşin sarı ışınları,dökten düşen mutluluk çubukları gibi saplanmaya başladı tenime.çam ağaçlarının kokusunu,toprak kokusu,şarap kokusu...hiç konuşmadığım,konuşmak istemediğim insanlarla bile konuşmaya başladım.onlar beni bu halime kabul ediyorlarsa,ben de onları kabul edebilirim.eski güncem olsa,"iki yüzlüsün!!!" derdi bana.yeni defterim ise tevekkül diyor sadece.değiştiremeyeceğin şeylere üzülme.bir hikaye vardır,tanrı ve resulleri ile ilgili-sebahhatin alinin bir kitabında okumuştum-."tanrı peygamberlerini toplamış ve sormuş her birine sırayla:hayat nedir?ey!sevgili kullarım.musa demiş ki:arş-ı alaya ulaşamktır.ey!yüce tantım.isa:sana tokat atana öbür yanağını da çevirmektir.ey!yüce tanrım demiş.buda:derin bir meditasyondur.yerlerin ve göklerin yaratıcısı demiş.sıra muhammede gelince,o gayet sakin ve soğuk kanlı olarak:hayat,onu olduğu gibi kabul etmektir,ne bir eksik ne bir fazla.bize sunulanın değerini bilmektir.demiş...-yeni günceme ilk yazdığım metin--uzun süre bu hikaye ışığım olacak galiba-sonuçta,kabul etmek dışında ne kalıyor ki,hayatın sunduklarını...akan gözyaşaları,gözyaşı pınarının kuruması ve su faturalarının kabarması dışında bir getiriye haiz değil.büyüyorum galiba-kim bilir?

17 Ekim 2008 Cuma

kırık bir yaşam öyküsü

biten her gün,ölüme doğru bir adım attığımın acısı çöreklenir yüreğime.keşke bilseydim hesap fişi ne zaman verilecek...bu kadar tembel olmazdım o zaman,ertelemezdim yaşamı...zaten yarın yok mu?-ya yoksa?-varmış gibi yaşamaya çalışmaktan yoruldum.virginya wolf gibi atasım geliyor kendimi akan suya.madem bu dünya benim düşlerime uymuyor,düşlerimi de değiştiremiyorum.at kendini suya ve bitsin bu çile.

benim hayatımda dönüm noktası diye niteleyeceğim olay,oğuz atay'ı tanımamdır.o günü nefretle anarım.neden "tutunamayanlar" diye kitabın varlığından haberdar oldum?selim ışık'a öykünerek yaşamaya başlamak neden?o isyanını kendini insanlarına kurban ederek dile getirmişti.isa gibi."etim ve kanım siz aptal fanilere yol göstersin-ben varlığımı sizin kurtuluşunuz için feda ediyorum necip milletim."zor olan ölüm değil bunu anlıyorum,karar verebilmek ölmeye.ben zaten neyi sonuna kadar götürebildim ki?tüm başlangıçlarım,"devrim" arabasının sonu gibi oldu.yola çıktıktan 100 metre sonra benzinim bitti ve benimle birlikte herkesi yolda bıraktım.ne mutlu...bir kış günü,gün ile akşamın bulaşma vakti,vitrinden yansıyan puslu siluetimle karşılaşmak istemiyorum.ve kış geliyor yine.gün ile akşamın kavuşma vaktinde dışarı çıkamıyorum.hele hafif bir de çise varsa kahroluyorum.tüm terk edilişlerim geliyor aklıma.hiç tanımadığım kişilere mektup yazmaya başlıyorum.isimler bile önemli değil.yalnızca adresler var zihnimde...sonra...yarım kalıyor-tüm başlangıçlarım gibi.selim gibi en büyük eserimi kendimi feda ederek yazacağım.neden kötü olmayı öğretmediler bize?"iyi insan olmak,çok iyi birşey..."ben iyi de olamıyorum ki.arafta kalan ruhlar gibi...

ilkokula giderken,okulumuzla deniz arasında şehirler arası yol vardı.sınıfımdan denizi izlerdim.okuldan kaçıp balık tutmaya giderdim.martıların eşlik ettiği tekneleri izlemek,kabaran dalgaların dövdüğü kumsalarda ıslanmadan yürümeye çalışmak,kara kışa aldırmadan çıplak ayaklarla kayalarda dolaşmak...aniden vuran dalgayla ıslanmak ve annemin korkusundan üstüm kuruyana kadar eve gidememek...hayatımın en güzel günleriymiş meğer.büyüdükçe çirkinleştim.şimdi denize hasret,martılara hasret,sana hasret,düşlerim kısırlaşmış bekliyorum.yaşamaya gücü olmayanın intihara cesareti olabilir mi ki?salak bir ömür sürmek dışında başka bir seçenek bırakmıyorum kendime.

15 Ekim 2008 Çarşamba

ölesine

eski günlüğümü kapattım.yazmayacağım artık o deftere.yeni bir deftere başladım.yakma vakti geldi...bir ayin düzenlemem lazım-sonuçta acılar kayıtlıdır o sayfalarda da...yalnız olmak yalnız kalmak değildir.yalnız olduğunu dahi söleyecek kimsenin olmamasıdır.benim defterim vardı.ömrü doldu.şimdi makbul bir cenaze töreni yapmak dışında ne gelir ki elden?

yeni deftere başladığımda umutla dolduğumu düşünürüm-ki böle değildir ama böle düşünmek mutlu eder beni-.bakalım ne kadar iğrençleşebileceğim.bu defter gösterecek.her sayfası kişisel tarihimde aldığım kırık notlarla mı bezenecek, yoksa geçer not alabilecek miyim?-orta çok zor...-

bitmez yaşananlar;sadece şekil değiştirir.yeni bi isim altında yeniden başlar-biraz daha yaralanmak için sen de salak gibi beklersin yeni başlangıçları.ama kuzum, hani her son bi umuttu.aşille kaplumbağa hikayesine dönecek bu yazı.bi cevabı olmayan saçma sapan bişey.-şimdi hikaye deyince bile batı kültüründen esintiler geliyo aklıma.ne çok saçmalıkla doldurmışlar beynimi,muassır medeniyete ulaşacağız diye...doğuda aşil adında insan şekline bürünmüş mahlukata raslanır mı ki?-aşil cuma namazına giderken yolda kaplumbaya rasladı...:)-
ben zaten tanımam gerekenleri tanıdığımda çok geç olmuştu.trafiğe yanlış şeritten dalan acemi şöfer gibi-doğru şeride geçtim ama cezayı yemiştim çoktan.ardımda bıraktığım gürültü de çabası...-halbuki güzel konuşma ve yazma dersi bile almıştım.bunun için mi?içimde yengeç kıskaçlarını takırdatıyo ve o sırıtış...tamam anladım,yetenek...-sonuçta:

"sevdalar kanatlanıp uçarlar
sevdalar ölmez göklerde yaşarlar"

not1:dizeler murat yılmazyıldırım'a aittir.
not2:pazar günü öğle namazına mütakip kretoryumda cenaze töreni vardır.tüm dostlar davetlidir.şarapla gelmeleri önemle duyrulur.

12 Ekim 2008 Pazar

lale devri

lale devri 1718 pasarofça antlaşması ile başlayıp,1730 patrona halil isyanı ile sona eren devirdir.bu bilgi,bütün orta okul kitaplarında yer alır.yine zevk ve eğlencenin hakim olduğu ve bir çok yeniliğin yapıldığı da yine orta okul kitaplarında geçmektedir.ve bir çoğumuzun lale devri hakkında ki bilgisi de bundan öteye geçmemektedir.bu dönem ismini yetiştirilen lale çiçeğinden almaktadır.burası açık.ama lale "çılgınlığını"-ki böyle demekte sakınca görmüyorum-daha iyi anlatmak için şu örnek iyi olacaktır.yabancı devletlerden getirilen ve "mahbud" denilen lale çeşidinin soğanları 500 altna kadar satıldığı bilinmektedir.

oysa lale devrine;uzun süren avusturya,venedik ve iran ile yaptığı savaşlardan yorgun ve bir çoğundan da yenik çıkmış bir devletin dinlenme ve rehabilitasyon dönemi olarak bakılmalıdır.zira uzun süren savaşlardan alınan yenilgiler,artık yenileşmenin kaçınılmaz olduğunu ortaya çıkarmıştır.1718 yılında avusturya ile imzalanan pasarofça antlaşması,osmanlı devleti'nin,avrupa karşısında gerilediğinin ve teslimiyete doğru giden yolun açıldığının belgesidir.uzun süren savaşların yarattığı korku ve yılgınlığın halka unutturulmaya çalışıldığı-bir noktada da osmanlı entelejansıyasının elindekileri korumaya çalıştığı dönem olarak bakılabilinir.şatafatlı düğün ve sünnet merasimleri,kır,deniz ve helva merasimleri düzenlenmektedir.dönemin en popüler mekanları Sâdâbâd, Şerefâbâd Bağ-ı Ferah, Emnâbâd, Hüsrevâbâd, Hümâyûnabâd, Kasr-ı Süreyya, Vezirbahçesi köşklerine, Tersâne Bahçesi, Çırağan Bahçesi, Beşiktaş yalılarıdır.padişah başta olmak üzere devletin ileri gelenleri bu mekanlara gitmektedir.sadece istanbul'da değil neredeyse bütün memlekette köşk,cami,bahçe,çeşme,imarethane vb. yapılar yapılmaya başlanmıştır.bu yapıların çini ihtiyaçını karşılamak için istanbul'da bir çini fabrikası açılmıştır.avrupaya eçiler gönderilmiştir.bu elçilerden en önemlilerinden birisi de fransaya giden yirmisekiz çelebi mehmet efendir. oğlu sait efendi burada kumaş fabrikasını gezmiş ve matbaayı incelemiştir.ve ülkeye dönüşünde ibrahim müteferrika ile birlikte 1827 yılında matbaayı kurmuştur.yalnız burada dikkat edilmesi gereken bir husus var.matbaa osmanlıya lale devrinden çok önce gelmiştir.musevilerin,ermenilerin,rumların matbaayı lale devrinden önce osmanlıda kullandıkları bilinmemektedir.lale devrinde getirilen matbaa,müslüman ahalinin ilk matbaasıdır.peki matbaa gelince "hattat"lara ne olcaktı?şeyh'ül-islam abdullah efendinin fetvası ile matbaada dini kitapların basılması engellenmiştir.bu durumu matbaanın müslüman ahaliye geç gelişi gibi bir yobazlıkla açıklamaktan ziyade,sayıları 90 bini bulduğu bilinen "hattat" sınıfını koruma çabası olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır.zira zaman içinde hattatların bir kısmı matbaada tab işlerinde musahhilik yapmaya başlamıştır.bu sayede denge sağlanmaya başlanmış ve dini eserlerinde basımına geçilmiştir.matbaanın ve hattatların kağıt ihtiyacını karşılamak için de istanbul'da bir kağıt fabrikası kurulmuştur.kütüphaneler kurulmuş,arapça,arsça ve yunancadan tecümeler yapılmış,sanat ve ilim faaliyetleri gelişmiş.itfaiye bölüğünün kurulması gibi bir çok yenilik yapılmıştır.bunları zaten,yukarıda da belirttiğim gibi,orta okul kitaplarından da öğrenebilirsiniz.

bu dönemi en iyi nedim'in şu mısraları anlatmaktadır:

"Bu şehr-i Stanbul ki, bî-misl ü behâdır,
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır,
Bâzâr-i hüner ma’den-i ilm ü ülemâdır."

iran meslesi,zevk ve eğlence içeren toplantılar ,yapılan yeniliklerin halka anlatılamamsı gibi sebepler ve en önemlisi de ordudaki gerilemeyi önlemek yapılmak istenenler yeniçerilerin tepkisine yol açmıştır.sultan 3. ahmet sefer hazırlığı içerisindeyken,"halil" ismindeki bir hamam tellağının başlattığı isyan patlak vermiştir.-halil önce yeniçeri yapılmış,sonrada patrona-şimdiki genarel gibi bir rütbe- rütbesi verilmiştir.yine isyanı dönemin sadrazamı nevşehirli damat ibrahim paşayı çekemeyen devlet adamlarını çıkardığı,yenileşmeyi istemeyen yeniçerilerin ve ulema sınıfının da desteklediği bilinmektedir.sonuçta sadrazam ve ailesi öldürülmüştür.padişahın 3. ahmet tahtan indirilmiş yerine 1. mahmut tahta çıkarılmıştır.

bu dönem,osmanlının çöküşünü engellemek için yapılan yenilikleri içersede,hakltan kopuk olması ve gittikçe derebeyleşen osmanlı düzeni içerisinde güç sınıflarının savaşına malzeme olması dışında halka pek katkısı olmamıştır.konuşulan dil ile sarayın kullandığı dilin farkı bu durumu anlatan en güzel örnektir.bu arada nedim'e ne olduğunu merak edenlere cevap:isyan başladığında bir köşkte eğencede bulunan nedim,kaçarken dama çıkmış ve damdan dama atlarken düşüp ölmüştür.

9 Ekim 2008 Perşembe

modül sorularının cevapları

1-öğrencilerin,kendilerini bir birey olarak algılaması ve yaşıdığı sosyal yapı içerisinde varlığını ispat etmesi ve idame ettirebilmesi için projeler çok önemlidir.verilen her proje konusunda,projede yer alan öğrenciler "ben" duygusundan sıyrılıp,"biz" duygusuyla hareket etmeleri sağlanacaktır.bir bütünün parçası olmanın önemli olduğu kavratılacaktır.bu sayede yaşadığı toplumun bir parçası olması kolaylaşacak ve ilerleyen yaşantısında,kendisi için gerekli temel sosyal donanıma sahip olabilecektir.başalangıçte,öğrenciler projelerde görevlendirilirken,her öğrencinin yetenekleri ve standartları belirlenmelidir.öğrenciler zaman içerisinde,çeşitli projelerde kolaydan zora doğru görev alarak kat ettikleri mesafe fark ettirilecektir.bu sayede öğrenciler,başarmanın zor olmadığını,kendilerinin de fikirleri olabileceği ve bu fikirlerin saçma sapan şeyler değil,hayatta kullanabileceği,herkesin yararlanabileceği ve topluma yarar üretimlere kaynak oluşturabileceğini kavrayacaktır.bu sayede 21. yüyılın istediği,kendine güvenen,ekip çalışmasına uyumlu,sosyal becerileri gelişmiş,yeniliklere açık,insiyatif alabilen bireyler yetişecektir.

2-öğrencilerin ilgi ve beklentilerini göz önüne alarak proje hazrlamak daha doğru bir yaklaşım olsa gerek.yine projenin her adımında öğrencilerin öz eleştiri yapması sağlanmalı,projeye dışarıdan bakışlar çevrilmeli ve bu dışarıdan bakışların yaptığı kritikler değerlendirme sürecine tabii tutularak,eğervarsa aksak ve eksik yönler giderilmelidir.bunun içinde projenin hazırlanma sürecinde,proje gurubunda yer alan öğrenciler ile düzenli toplantılar yapılmalıdır.bu sayede,projede yer alan öğrenciler sadece kendi konuları ile ilgili sorumluluk duymayacaklar,projenin bütününe baktıkları için projeyi hada fazla sahiplenebileceklerdir.yine projede yer almayan öğrencilerde yapacakları kritikler için,projenin gidişatı hakkında bilgi sahibi olmak zorunda kalacakları için öğrenme genele yayılacaktır.böylece tüm öğrenciler aktif olarak projede yer alacaklar ve öğrenme düzeyi artacaktır;ve öğrenmenin kalıcılığı artacaktır.

8 Ekim 2008 Çarşamba

mustafa kemal'in kaç kardeşi var

ilkokuldan başlayarak mustafa kemal'i anlatırlar bize.annesinin adı zübeyde hanım,babasının adı ali rıza bey,kız kardeşinin adı makbule hanım.iyi de sadece bu kadar mı?başka kardeşi ya da kardeşleri yok mudur?hem sonra makbule hanım ne kadar yaşamıştır?evlenmiş midir yoksa hep bekar mı kalmıştır?eğer evlendiyse çocuğu olmuş mudur?tüm bu sorulara değinilmez okullarımızda okutulan kitaplarda.her sınıfta buluan atatürk köşelerinde bu konulara değinilmez.sanki mustafa kemal'in kardeşleri olması kötü birşeymiş,akrabaları olması kabul edilemezmiş gibi...

öncelikle şunu belirtelim-mustafa kemal ailenin dördüncü çocuğudur ve en uzun yaşayan ikinci çocuğudur.burada şunu da belirteyim.öz kardeşlerinin sıralamasında dördüncüdür.üvey kardeşlerini de sayarsak beşinci olması muhtemeldir.zira üvey kardeşlerini doğum tarihleri hakkında kesin bir bilgi yoktur.bu konuya yazımın ilerleyen bölümlerinde ayrıntısıyla değineceğim.

ali rıza bey 1839,zübeyde hanımın da 1857 yılında doğduğu tahmin edilmektedir.yine 1870 ya da 1871 yılında evlendikleri tahmin edilmektedir.bu evlilikten doğan ilk çocuk fatma'dır.1871/72 yılında doğmuş ve büyük ihimalle hastalıktan -ki diğer kardeşleri gibi- henüz 4 yaşında iken 1875 yılında selanikte ölmüştür.ikinci çoçuk ahmet'in 1874 yılında,üçüncü çocuk ömer'in 1875 yılında doğdukları tahmin edilmektedir.her ikisi de 1880 yılında ölmüşlerdir.önce ömer selanikte vefat etmiştir.zübeyde hanım iki çocuğunun ölümünden çok etkilenmiştir.ahmet'inin üzerine adeta titremektedir.bu sırada ali rıza bey gümrük memuru olarak yunanistan sınırı yakınlarında,üç-dört haneyi geçmeyen ve selanikten o dönemin koşulları için uzak sayılabilecek bir yere görevlendirlmiştir.rivayet odur ki zübeyde hanım hiç gitmek istemesede mecbur kalmış ve gitmiştir.ali rıza beyin babasının ismini taşıyan ahmet burada hastalanmış ve doktor bulunamadığı için 1880 yılında,kardeşi ömer'den sonra vefat etmiştir.cenazesi deniz kenarında bir yere defnedilmiştir.yine rivayet olunur ki,dalgalar mezarı açığa çıkamış ve çakallar ya da aç köpekler ahmet'in cesedini parçalamıştır.burada şunu da belirteyim;kimi kaynaklarlar iki kardeşim vefat tarihini 1883 diye belirtir.fakat ahmet vefat ettiği zaman zübeyde hanım mustafasına hamiledir.bu durumda 1883 yılı pek gerçekçi durmuyor.her üç kardeşte,o sıralar rumeliyi kasıp kavuran kuşpalazı (difteri) hastalığından ölmüşlerdir.zübeyde hanım,ahmet'in ölümü ve ardından yaşanan hazin olaydan çok etkilenmiş ve kocasını bırakarak selanik'e gelmiştir.

bize hep mustafa kemal'in 1881 yılında doğduğu öğretilmiştir.atatürk'ün doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir.milli mücadelenin başlama tarihi olan yeni devletin de ilk adımı olrak kabul edilen 19 mayıs tarihini kendisi doğum günü olarak benimsemiştir;ve 19 mayıs 1881 yılı resmi kayıtlara doğum tarihi olarak geçmiştir.ama 1880 yılının aralık ayında doğduğu zübeyde hanım tarafından söylenmektedir.zübeyde hanım "mustafam zemheride doğdu."demektedir.

biz yine kardeşlerine dönelim.makbule hanım 1885 selanik'te doğmuştur,1956 yılında istanbul'da ölmüştür.ailenin en uzun yaşayan çocuğudur.polis memuru macit boysan ile evlenir.ayrıca kendisi soyadı kanunuyla birlikte "atadan" sayadını almıştır.makbule boysan atadan...-makbule hanımın hayat öyküsünü de ilerleyen yazılarımızda anlatacağım.-ailenin en küçüğü naciye'dir.1899 yılında doğmuş ve mustafa kemal harp okulunda iken 12 yaşında,1901 yılında vefat etmiştir.

gel gelelim mustafa kemal'in üvey kardeşlerine.öncelikle,ali rıza bey'in ölümünden sonra1889 yılında,mustafa 8 yaşındayken gümrük başmüdürü ragıp efendi ile evlenir.-ali rıza bey büyük ihtimalle 1889 yılının başında vefat etmiştir.zübeyde hanım ve ragıp efendi de aynı yılın sonuna doğru evlense gerek.-ragıp efendinin süreyya ve hakkı isimli iki oğlu ve ruhiye-ki rukiye de denir.fakat torunu ferhat babür tarafından ruhiye olduğu belirtilmektedir.-bir kızı vardır.süreyya bey de askerdir;ve mustafanın süreyyadan etkilendiği,hatta süreyya beyin bizzat küçük mustafa'yı okula yazdırdığı da söylenmektedir.tabii ki resmi tarihle bu konuda çelişmekteyiz.süreyya bey,balkanlarda,çetelerle yaptığı mücadelede büyük ihtimallede yüzbaşı rütbesiyle şehit olur.hakkı bey hakkında pek fazla bilgi yoktur.zira hakkı bey zübeyde hanımı pek sevmez.kendi çocuklarına ayrımcılık yaptığını düşünür.zübeyde hanım kızları makbule ve ruhiye ile birlikte türkiye'ye gelirken hakkı bey tek başına vatana döner.demiryollarında kondüktörlük yaptığı bilinmektedir en son olarak.bundan sonrada kendisinden haber alınamamıştır.ruhiye hanım ise 1943 yılında vefat etmiştir.mustafa kemal'in üvey kardeşlerinin doğum tarihleri tam olarak bilinemektedir.zaten başta mustafa kemal ve öz kardeşlerinin de doğum tarihleri kesin değildir.o dönemin şartları göz önüne alınırsa da doğal karşılanmalıdır.ruhiye hanımın ölüm tarihi biliniyor.çünkü,ölene kadar zübeyde hanımın yanında yer almıştır.süreyya bey cephede şehit olduğu için tahmi yürütülmektedir ölüm tarihi için.bu bilgiler de pek sağlıklı değildir.yukarıda da belirttiğim gibi hakkı bey için fazla bir bilgimiz yoktur.

neden mustafa kemal'i böyle anlatmazlar bilemiyorum.mustafa kemal,bu bilgilerin bilinmesi durumunda kendisinden ne kaybeder ki?neyse uzatmayayım.eğer bu konuda bilmek istediğiniz ya da eksik bulduğunuz bir yer varsa yorumlarınızda belirtirseniz sevinirim.

not1:mustafa ismi,iki yaşında,beşikten düşerek ölen amcasının ismidir.

not2:yorum kısmı,sayfanın en altında bulunmaktadır.2 adet yorum var yazmaktadır.

7 Ekim 2008 Salı

intel öğrenme kursu ve küreselleşme

umarım kursun adını doğru yazmışımdır."katıldığın kursun adını bilmiyosun daha ne bok yediğinin farkında mısın sen?" diye soarbilirsin.önemli olan bu değil.aslında bu kursun kendisi de değil yazının konusu.bu kurs örnek alınarak tek tip insan yaratma projesi ve küreselleşmeyi irdeleyeceğim sevgili okurum/okurlarım.
şimdi bu kursta yararlanıcağımız kaynak kitabı adamlar hazırlamış.kursta hangi dakikada hangi sözün söyleneceğini bile belirlemiş,bizden önemli ve bizden çok çok daha büyük düşünen insanlar.bize de ağır başlılık ve sukunetle kabul etmek dışında başka bir hak tanımamış amcalar."ee!ne var bunda.sonuçta bu kursta,kursu verenlerin dediklerini yapacaksın ki birşeyler öğrenesin."deme sakın bana .benim anlatmaya çalıştığım bu değil zira.dersi veren kişinin hangi anda hangi sözü söyleyip hangi davranışta bulunacağının onlar tarafından belirlenmesi.insanın makineleştirilmesi değildir de nedir bu?sorarım sizlere...insanın makineleşmesi,aynı şeylere aynı tepkileri vermesi, küreselleşme denilen ve kapitalizmin dünyayı yönetmek için bizi kandırdığı başlıca argümandır.bilinç altımıza inceden inceden işlenen bu dayatmalar tek tip insan yaratma projesinin basamaklarından başka nedir ki?ne zaman güleceğimizi,ne zaman ağlayacağımızı,ne zaman yatacağımızı,ne zaman tuvalete gideceğimizi...ve ne zaman,nerede,nasıl öleceğimizi belirlemedikleri kaldı diye düşünmeye başladığım son günlerde hangi davranışı ne zaman neye göre göstereceğimizi belirtmeleri benim umutsuzluğumu bir kez daha artırdı.
ben küreselleşmeyi yeni fikirlerin,bilgilerin dünyaya yayılması olarak algılayorum.insanların kendilerini özgürce ifade edebilmeleri olarak algılıyorum.bir başkasının bana dediklerini sorgulamadan kabul etmeyi değil;aklın süzgecinden geçirip eleştirirel bir bakış açısıyla kendime yeni bir şeyler katma olarak anlıyorum.küreselleşmeyi açlığın,sefaletin,yoksulluğun,din,dil,mezhep ve cinsiyet ayrımının ortadan kalkması olarak anlıyorum.onların dedikleri gibi söylenen herşeyi olduğu gibi kabul edemem.böyle bir mantık açlığın,sefaletin,eşitsizliğin,yoksulluğun hüküm sürdüğü bir dünya yaratmak demektir.ve hayatımızın her alanında beynimize uygulanan kirli bilgi bombardımanı ile küreselleşmenin bu vahşi yüzünü,güzel bir çiçeğe bakarmışcasına kanıksamamız sağlanıyor.gerçi kitle iletişim araçlarının sunduğu boyalı dünyaya alışmıştık.sisteminin dayatmalarına karşı yarattığımız hayal dünyalarına sığınıyorduk;artık hayallerimizi bile onlar belirleyecek.ne mutlu bize...
okullarımızda verilen eğitim ile tek tip insan yaratmanın allahını icra ediyoruz.sorgulayıcı eğitim dediklerinde bile,öğrencilerin neyi-nasıl sorgulayacaklarını belirleme hakkı belli bir elit kesime bırakılmamış mı?hangi toplumsal uzlaşı ile hazırlanmıştır bugüne kadar hazırlanan ve okullarımızda okutulan ders müfredatları?bu günlerde moda olan "ortak akıl" söylemi de tek tip insan yaratma ve evrensel manada küreselleşmeye çanak tutmak dışında nedir ki?zira ortak akıl, belli bir zümreye ait dünya görüşünün ,toplumun bütün katmanlarına mutlak doğruymuşcasına dayatılması olarak algılanıyor.bu faşizmdir.kapitalizmin kullandığı anlamda küreselleşme bunun ötesinde başka bir bok değildir.

yaşam

deniz kıyısına gidip yüzemeden geri dönen ihtiyar adam kadar yorgun hissediyorum kendim.ayaklarımın kuma değmiş olmasının saadetinden başka bıkkınlık tek duyumsadığım.artık beklemelerin arifesindeyim.
oysa ne güzel rüzgarda savrulan yaprak-ki sonbaharda yerlere düşen sarı,kırmızı,mor yaprakların güneşte ışıltısı ve rüzgarda çıkardıkları çıtırdılar...demek ki sona doğru geldiğinizi hissedince muhasebe yapmaya başlıyomuşsunuz.ve bütçe açıkları...ve kalp ağrıları...ve yalnızlık...bu sonbahar da ağır oluyor.neden hep yaz değil?neden tüm güzellikler göremediklerimiz?ve günün doğması için akşamın olması gerekir şartsa...offf!yine başladım samalamaya.
ey sevgili okur!-ki bi okur bulunur umarım..-
sen sana verilen yaşam denilen armağana sahip çıkabiliyosan"bu günümde mutlu sona erdi çok şükür" diyebiliyosan ne güzel.başına gelenleri büyük bir vakurla karşılayıp "bunlar ufak tefek kazalar,herkesin başına gelebilir."diyasan ne mutlu sana.sonuçta yaşamaktan kıvanç duymak böyle birşey olsa gerek.


mrb

blogda ilk günüm.yıldız tarihi 07/10/2008.boşlukta bi yerdeyim.blog dünyasına bodoslama daldım.hoş buldum.